9 Haziran 2023 Cuma

yılbaşından bu yana...

 Sürekliliğini zaman zaman akamete uğratıp sonra hiç bir şey olmamış gibi yazmaya devam etsem de nurtopu gibi iki blogum var ve söz konusu blog sahipliği olunca sanki iki çocuğum varmış gibi hissediyorum. Birine yazıp diğerine yazmadığımda da için için suçluluk hissediyorum. İçimde bu his kabarıp köpürürken mantıklı yanım -ki kapladığı alan duygusal yanımdan daha fazladır- devreye girip pek mantıklı gerekçelerle içimi rahatlatma yoluna gitse de, kabartı ve köpürtü epeyce bir sönmesine rağmen yine de geriye kalan eser miktardaki halinden tamamen kurtulamıyorum. İç dünyam böyle bir ahval ve şerait içindeyken gelip bu bloguma da bir şeyler yazmak istedim. Spontan bir dökülüşle bu yazı nerelere dek gidecek bakalım görelim...

Son postumu 23 Aralık 2022 de yazmışım. Handiyse 2023 ten 6 ayı bulacak kadar bir zaman geçmiş. Yeni evimizi alıncaya dek geçici olarak taşındığımız evimizde yaşamaya devam ediyoruz. Çünkü evimiz henüz satılmadı. Zira bu işi profesyonelce yaptıklarını düşünüp satış eylemini kendilerine devrettiğimiz iki emlakçı da evi satmayı başaramadı(!) Meğer emlakçıların çoğunun bu hali onlar için büyük başarı imiş aslında. İçine girmesek bilmeyecekmişiz. Meğer uyanık emlakçılar "müşteri yok, kimse satın almıyor" diyerek evini satmak isteyenleri aylarca oyalayıp sonunda da "evinizi kimse almıyor, fiyatını kırın" diyerek ev sahiplerini kandırıp düşük fiyata ya doğrudan kendileri  alıyormuş ya da bir tanıdıkları aracılığyla dolaylı yoldan yine kendileri alıyormuş. Sonra da bir kaç ay bekletip üzerine  epeyce bir miktar ekleyip kendileri için satıyorlarmış. İki emlakçı ile çalıştık. İkisi de aynı karakterde çıktı. Dörder ay oyaladılar, sonunda ağızlarındaki baklayı çıkardılar. Birinin yüzüne, diğerine de telefonda ne nane olduklarını söyledik. Evimizi satamadan kendilerini başımızdan defettik. Birinci emlakçı satılamayan(!) evimize doğrudan kendi talip oldu. Hem de fiyatını epeyce bir kırarak. İkinci emlakçı ise deprem sonrası ev fiyatları aniden fırlayıncaya dek bir türlü müşteri bulamadı ama ne hikmetse fiyatlar artınca hemencecik birini buldu. O da artan rayiç bedeli üzerinden değil, depremden bir kaç ay önce belirlediğimiz fiyat üzerinden. Depremle birlikte dairenin fiyatı neredeyse bir milyon tl daha arttı. Ama emlakçı uyanıklık yapıp deprem öncesi fiyatla müşterisine(!) satış yapacak, belli ki sonrasında o bir trilyonu üzerine ekleyerek aradaki farkı kendine cukkalayacaktı. 

Şöyle ki; Adam çarçabuk müşteriyi(!) bulmuş, ama biz müşteri ile hiç tanışmadık, hiç konuşmadık, bununla kalmamış sözleşmeyi kendi kendine hazırlamış -ki ona böyle bir yetki vermemiştik- aylardır daireye doğru düzgün müşteri bulamayan adam günde kaç kez telefonla arayıp ısrarla gidip imzalamamızı istedi durdu. Meğer derdi bir an önce evi kapmak imiş. Allahtan piyasada neler olup bitiyor takipte olduğumuz için geç kalmadan uyandık. 

Dolayısıyla emlakçılara güvenimiz bir de değil tam iki kez sarsıldı. Üçüncü bir emlakçıya vermekten kaçındık. Bir süre mümkünse uzak duralım. Bir buçuk ay kadar önce internet ilanlarını kendimiz verdik. Tanıdıklara haber saldık. Bir de böyle deneyeceğiz. Ya da böyle de olmayacak da belki yine emlakçılara mahkum olacağız. İçlerinde işini Allah korkusuyla yapan birileri vardır da onlara denk geliriz inşallah. Var mıdır? Belki de emlakçılığın raconu bu. Hem alıcı hem satıcı müşterileri kazıklamak onların asıl işi. Kısa zamanda büyük kâr getirebilecek evleri biliyorlar ve satışına engel olup ucuza kapatarak büyük vurgunlar vuruyorlar. Belki de emlakçılık, satışlarda aracı olup üç beş komisyon almaktansa gerçekte bu. Bu denli çirkin bir iş! Bilemiyorum.

Zaten hukukun yargıçlık, hakimlik, savcılık, noterlik gibi mesleklerini sevmeme rağmen avukatlık mesleğini de tanıdıkça hiç sevmedim, bir de ona şimdi emlakçılık eklendi. Her eğitim-öğretim dönemi başlangıcında öğrencilerle tanışırken ne olmak istediklerini sorardım, ben de her öğretmen gibi. Doktor, mühendis, öğretmen ve avukat meslekleri en önde gelir. Avukat olmak isteyenlere " kolayca ve vicdanın rahatsız olmadan yalan söyleyebiliyor musun" diye sorarım. Çocuklar tabii ki, "hayır öğretmenim yalan söylemek çok kötü bir şey" türü şeyler söylerler. Peki senden bir katilin ya da hırsızın avukatlığını yapmanı isteyecekler. Sonuçta avukatlık kişinin işlediği suçtan ya da üzerinde oluşturulan şaibeden kurtulmak istediği için destek almak amacıyla başvurduğu bir meslek. "Sana suçsuzlar kadar gerçekten suç işlemiş kişiler de gelecek. Bir adam karısnı, çocuklarını katletmiş ama sana para verip senin kendisini mahkumiyetten az cezayla kurtarmanı isteyecek. Bu durumda sen de o katili savunmak zorunda, mahkemeye suçunu hafifletecek şeyler söylemek zorunda kalacaksın. Belki de çok fazla yalan söyleyeceksin. Belki de katilin öldürdüğü kişi tamamen suçsuz olsa da suçun bir bölümünü de ona isnat ederek katilin suçunun hafiflenmesine çabalayacaksın. Yani aslında sen belki de bazen kötülük yaparak para kazanmış olacaksın. Buna hazır mısın?" diye sorarım. Cevabını önemsemem ama çocuğun bu mesleği isteyip istememesini sorgulamasını sağlarım. Şimdi artık emlakçılık mesleğine dair de belli bir fikrim oluştu. Tüm emlakçılar değil elbette ama bazı emlakçılar paralarını yalanla-aldatmayla kazanma yoluna gidiyorlar demek ki. Her iki deneyimde yaşadığımız şey tam da buydu. 

Hayat her şeyi öyle altın tepside sunmuyor. Bir şeyleri elde etmek her zaman kolay ve çabuk olmuyor. Ama sonunda her şey olacağına varıyor. Biz de bu süreci sorun haline getirmeden akışına bıraktık. Sahip olduklarımızın değerini bilerek yaşamaya çalışıyoruz. Bazılarına uzanamıyoruz bile. Misal annemle babamdan ayrı ayrı zeytinlikler kaldı, ceviz ağaçları da... Ama bin kilometreden fazla uzaklıkta oldukları için ne gidebiliyoruz, ne görebiliyoruz. Oysa görmek, dokunmak, hasbihal etmek, ihtiyaçları karşılanırken-ürünleri hasat edilirken yanlarında olmak, bazı günlerimi benim diyebildiğim bir zeytin ağacının gölgesinde kitap okuyarak geçirmek isterdim. İnsan sahip olsa da bunların hiç birini yapamayabiliyor. O yüzden başımızı sokacak evimiz var mı var, tenceremizde çorbamız kaynıyor mu kaynıyor, kendimizi oyalayacak kadar yakınlarımızda da bir toprak parçamız var mı var, gerisi hiç önemli değil. Sağlık ve huzurdan gayrı şu dünyada ne önemli ki!

İnsanların katliamla, açlıkla, susuzlukla, vatansız kalıp sığınmacı olmakla veya kendi vatanında homeless olup evsizler-kimsesizler kervanına katılarak sınandığı şu dünyada başımızı sokacak bir evimiz ve ocakta kaynayan bir tenceremiz olduğu sürece dünyanın en şanslılarından olmasak da "şanslı azınlıklar"ının içindeyiz. Elhamdülillah! 

Buraya yazmayalı bir yılbaşı, bir ramazan ve bir bayram geçirdik. Yılbaşı kutlamalarını kendi öz kimliğimizin üzerine geçirilmiş ve bizi kendi kimliğimizden koparmak için kasıtlı olarak hayatımıza monte edilmiş bir araç olarak keşfettiğimden beri artık yılbaşı geceleri benim için bir anlam ifade etmiyor. Yeni bir yıla giriyor olmayı önemsiyorum ama. Geçip giden yılın muhasebesini yapıyor, gelecek günler için yeni kararlar alıyorum. Bu yıl için de vardı güzel hayallerim, bir kaçını hayata geçirdim, bazıları için ümitvarım ve beklemedeyim. İnsan ümit ettiği sürece yaşam daha anlamlı hale geliyor. Belki ben maneviyatı güçlü biri olduğum için böyle hissediyorum. Ümitlerimin tazelenmesini, onları gerçekleştirmemi sağlayan yaradanla daha da bir gönül bağı kurmayı seviyorum. Bu ramazan hayatımda bir ilki gerçekleştirdim. Tüm ay boyunca evimin yanındaki camiye teravih namazına gittim. Daha önce başka camilere bir ay içinde iki üç kez gitmişliğim olmuştu ama ilk kez bu yıl (iftara misafir kabul ettiğim ve iftara davet edildiğimiz dört akşam hariç) teravih namazlarımı camide kıldım. Öyle lezizdi, öyle güzel tat aldım ki bittiğinde hem üzüldüm, hem boşluğa düştüm. Gelecek ramazanı şimdiden dört gözle bekliyorum. İlk gittiğim akşam seccade ve tesbih götürmemiştim. Bir yanımdaki tanımadığım kadın seccadesini yan çevirdi, yarısını benimle paylaştı, diğer yanımdaki kadın tesbihini çektikten sonra (baktı ben parmaklarımla çekiyorum) tesbihini kullanmamı teklif etti. Reddetmedim, aldım bir kez de onun ikramı tesbihle yaptım tesbihatımı. Ne ki iyiliği yerine ulaşsın. Kimseleri tanımasam bile bir kaç akşam sonrasında selamlaşıp hal hatır sorduğum cami arkadaşlarım oldu. Tanışıklığımızı sonrasında da devam ettirdiğim yeni yeni arkadaşlarım oldu. Kadınlar kızkardeşti, candandı, yakındı. Ramazanın ortalarına doğru artık birbirimizi öyle benimsedik ki önce gelen diğerlerine yer ayırıyordu. Bir akşam ben yine boş yer bulmak ümidiyle oraya buraya bakınırken ve aslında her akşam yürüdüğüm hatlarda yürürken (seccade dışında kalan yerler) bir yer seçtim ve hem kendime hem arkadaşıma seccademi sererek yer tuttum. Alt katta kur'an okuyan cami hocasının sesini herkes huşu içinde dinlerken arkamdan bir el sırtıma dokundu ve azarlar gibi "geçerken neden bakmadın, seccademe bastın" dedi. Meğer duvar dibinde taburenin üzerinde ve tam da köşenin dönemeç yerinde oturuyormuş bu kadın. Namazını da taburede kılacağı için seccadesini ötelere, insanların yürüyeceği yere açmış. Benden önce başkaları da görmeden basmış. Ben daha bunları öğrenmeden kadının seccadesini açtığı yeri görünce , "yahu kim bile bile seccadeye basıp geçer, sen öyle bir yere açmışsın ki insanlar özellikle gelsin de bassınlar gibi" dedim. Kadın duraksadı. Sonra ileri gidip "gözünün önüne baksaydın" dedi. "Sen gözünün önüne baksaydın da herkesin gelip geçeceği köşe başına seccade açmasaydın" diyerek yüzündeki bet ve şeytani bakışın üstüne üstüne gittim. Sonra benden önce aynı duruma maruz kalan kadınlar dile geldiler. "Seccadeyi açtığın yer yol üzeri, hem seccadeni oraya açıyorsun hem de insanlara suç atıyorsun" diyerek destekleyici sözleriyle yanımda yer aldılar. Meğer kadın da  sevilmezin, nursuzun teki imiş. Hani kadın kadının düşmanıdır sözüyle yatıp kalkan kadınlar var ya, bu kadın o sözün hayatındaki gücünü cami gibi mukaddes bir yerde dahi kıramamış. Acıdım sonra, belki de bizler camide tanışıp bu kadar yakın arkadaşlıklar kuruyor iken o uzaktan bizlere bakıp kurtlanıyordu. Aramıza katılmaktansa tek tek canımızı yakmayı seçmişti. O kadın da yeryüzündeki benzerlerinden biri idi. Camideki  güzel anılarımın arasına o da ilişti. Hayat zıtlarla kaim değil mi? Blogumda da yer bulsun. Öyle "ben Allahın pek bir iyi kuluyum, karşıma hep iyi insanlar çıkıyor" diye kendine evliya-enbiya rolü biçenlere de örnek olsun. Burası dünya, iyisi de var, kötüsü de!

Bu bölümü okuyanlar, o kadını da yanınıza alıp iyilik gösterseydiniz gibi bir iyilik havariliğine soyunabilir. Ben o yaşları çoktan geçtim. Artık insanları olduğu gibi kabul ediyor, söyleyeceğim bir şey varsa söylüyor, daha da yanımda yöremde tutmayıp ruhumu yormalarına izin vermiyorum.

Ayrıca buraya neden mi yazdım? "Ben çok iyiyim, o yüzden Allah bana torpil geçiyor, heeeeep iyilerle karşılaşıyorum" zırvalarından kimse kendini kötü hissetmesin diye. Böyle diyen insanların hayatlarına ya yeni insanlar girmiyor, her zaman bir arada oldukları insanlar dışında başka insanlara temas etmiyorlardır ya da kendilerini avutuyorlardır. Hayatlarımıza çok fazla iyi niyetli insan girer ama tek tük de olsa kötü insana da rast geliriz. Bazı illerde-ilçelerde, bazı iş kollarında-sektörlerde, bazı sosyal sınıflarda-statülerde, bazı toplumlarda-ailelerde kötü insan sayısı iyilerden çok daha fazladır. Oralarda kötülüğe maruz kalma ihtimalimiz çok daha yüksektir. Sizin kötü niyetlilere rast geliyor olmanız, kötü biri olduğunuz için başınıza geldiğine kanıt sunmaz. İyilik yapan her zaman iyilik bulmayacağı gibi, kötülük yapan da her zaman kötülük bulmaz. Psikoloji bilimi de bunu vurgular zaten zaten. Doğrudan etkimiz dışındaki olaylar bizden kaynaklanmaz. 

Günümüz iletişim araçları insanın kendisini her daim eksik, her daim yetersiz hissetmesini dikte etmekte. Sosyal medyada herkes her an mutlu, hep iyi, hep dürüst, hep duyarlı, hep güzel, hep mükemmel, hep kusursuz. Sanki insanüstü varlıklar ve dünya dışı bir alemde yaşıyorlar. Sözü hâlâ bitirememiş olmamın sebebi de bu, etrafımıza örülmek istenip içinden çıkmamamız için çaba sarfedilen illüzyonun aksine gerçekleri olabildiğince dile getirmek gerek. Hiç kimse mükemmel değil, hepimiz bazı şeylerde az ya da çok  eksiğiz ve yetersiziz.

İyi ki ramazanda böylesi güzel cami atmosferi solumuş, ramazanın güzelliğini ruhumda hissetmişim. Yoksa gerçekten ramazanın geldiğini anlayamayacaktım bu yıl. Ramazan davulcusu yoktu mesela. Gelibolu belediye başkanı ödeme yapamayacağını söyleyerek davulcuların ramazanda davul çalmasını iptal etti. Sahurda uykularımızdan uyandıran davul sesini yaşamadık bu yıl. Ayrıca evimiz ilçe mezkezine uzak olduğu için top sesinden de mahrum kaldık. Yıllardır gümbür gümbür duyduğumuz iftar toplarını bu yıl hiç duymadık. Eve geçici olarak taşındığımız için duvarlarına zarar vermemek adına ramazan süslememi sehpa ve masa üzeri dekore etmekle sınırlandırdım. Taşınırken simli kartondan yaptığım fenerler bozulmuş çöpe atmıştım, yine bir taşınma daha sözkonusu olacağı için yeni hiç bir şey yapmadım. Olanları dahi kutularından çıkarıp kullanmadım. Dolayısıyla salondaki bir kaç detayın dışında ramazanı çağrıştıran cafcaflı şeyler de yoktu evde. Bol bol kuran okudum. Yine diyanetin sitesindeki mukabele videolarıyla hatim indirdim. Daha önce okumadığım isimlerden tefsirler ve mealler okudum, dinledim. You-tube da ramazan sohbetleri ve yurt içinden ve yurt dışından başka başka hafızlardan, hocalardan kuran dinledim. Defalarca yazmışımdır, şu hayatta en çok kuran ve ezan sesini, kuş sesini, bir de çocuk sesini seviyorum.  Kuran dinlemekle irtibatım sadece ramazanda değil, her fırsatta mutlaka youtube dan açıp açıp dinlerim. Ama ramazanda bu halime pik yaptırıyorum.

Ramazan bitmeye yakın bayrama bir kaç gün vardı ki salonun fransız balkonunun demirlerine takılı çiçekliğimize bir kumrucuk gelip yuva yapmış. Yuva yaptığını görünce hiç dokunmadık, bayram yakın olmasına rağmen camları dahi silmedik. Bazen yuvada hareket edip şöyle bir havalanıp yer değiştiriyordu, ilkin tek yumurta vardı. İki gün sonra ikinci yumurta göründü. Sonra üstüne kuluçkaya yattı. Ben böyle gidip gelip pencereden dikizlesem de ilk zamanlar farketmedim, meğer iki kumru varmış, biri anne diğeri baba, yumurtaların üzerine vardiyayla yatıyorlarmış. Süreyi tam bilmiyorum ama 20 gün, belki de daha uzun bir  zaman sonra ebeveyn kumru yuvadan kalkıp balkon demirine tünemişti ki yuvada iki tane çirkin mi çirkin, tüylü tüylü, topalak yavru gördüm. Defalarca anne ile babanın bu yavruları besleyişlerine tanık oldum. Her fırsatta da instagram hikayelerimde paylaştım. Yavrular ilk sarı tüylerini döküp kanatlanmaya ve büyümeye başladılar. Ebeveynleri de onları yuvada daha uzun süre yalnız bırakmaya başladı.Bir sabah kalktım baktım ki yavrular yuvada yok. Biri daha hareketliydi acaba yuvadan düştüler mi dedim. Balkon fransız balkon olduğu için küçük. Çiçek saksılarım var. Saksıların sağına soluna baktım. Biri orada. Eşim geldi iyi ki, aldı hemen yuvaya koydu. Ben yapamam. Evet... o kadar kırlara çıkıyorum, doğadaki güzel şeylerin yanı sıra pis şeylere de rast geliyorum. Kazara köpek kakasına mı bastım o ayakkabıyı çöpe atarım, eldivenle de olsa asla temizleyemem, yıkayamam. Eşim atacağımı bildiği için alır kendi yıkar. Bu yavruyu da alıp koyamazdım sanırım. Neyse ki geldi aldı ve yuvasına koydu. Ama içim rahat etmedi, elime eldiven geçirip poşetleri alıp doğru aşağı indim. Apartmanın etrafını dört döndüm. Diğer yavrudan iz yoktu. Merdivenden inerken "almalısın Ruşi" diyerek adımlıyordum merdivenleri. Yok... Bulamadım. Ne olduğunu anlayamadık. Yavrulara ya da yuvaya insan eli değince ebeveyn kumrular yavrularını açlığa terkedebiliyormuş. Allahtan kısa bir süre sonra ebeveynlerden biri geldi. Yavrunun üstüne yattı. Akşam bir ara anne-baba yoktu, yavru yuvada tekti. Anne-baba gelinceye dek pencere kenarından ayrılmadım, bekledim. Artık hangisi bilmiyorum, hanfendi mi beyfendi mi, biri geldi de kendi hayatıma dönebildim. Ertesi gün ebeveynler yavruyu uzun süreli yalnız bırakmadılar. Ama akşam olunca bir baktım yavru yuvada yine yalnız. İşimi gücümü halledip pencere nöbetime yine başladım. Hava karardı, saat sekiz oldu, dokuz oldu, on oldu... O gece saat 1e dek gözümden uyku akarak bekledim. Gelmediler. Gittim yattım. Ertesi sabah uyandım ki yuva bomboş. O da yok olmuş. Eşim gece baykuşların ava çıktığını, bir baykuşa yem olmuş olma ihtimalinin yüksek olduğunu söyledi. Kargalar da belki olabilirmiş. Veya martılar... Hangisi yaptı ise, gözümüzün önündeki yavrular yok oldu, gitti. Üzüldüm. Alışmıştım. Yuva boştu. Çiçekliği çıkarıp içindeki saksıyı atmak gerekiyordu. Kuş kakalı olduğu için yapamazdım. Bu pis işi de eşim halledecekti. O akşam için geçsin yarın yaparım dedi. Ertesi sabah perdeyi açtım ki, başka bir kumru gelmiş yuvada yatıyor. Meğer kumrular diğer kuşların yuvalarına rahatlıkla yumurta bırakır, başkalarının yuvasını kendilerine yuva yaparlarmış. Canlı canlı örneğini gördük. Bu kez de yine aynı "yuva yıkanın yuvası olmaz" sözü dilimizde yankılanıp alıkoydu bizi. Yine camları silemeden, o pencereyi kullanamadan bir on beş - yirmi gün daha bekledik. Yine önce tek yumurta göründü. İki gün sonra bir yumurta daha geldi. Kuluçka süresi bittikten sonra da 2 gün arayla mini minnacık iki yavrucuk doğdu. İlk iki yavruyu ilk görüşümüzde bunlardan daha büyüklerdi. Demek ki onlar yumurtadan çıktıktan sonra annelerinin altında büyümüş biz günler sonra görmüşüz. Bunları doğdukları gün, hatta ikinci yavruyu başını yumurta kabuğundan çıkarırken gördüm. Annesi yardım etti ve kırık yurmurtayı gagasıyla alıp yzak bir yerlere taşıdı, muhtemelen attı. Bu mini minnacık yavrular dünyaya geleli henüz üç gün olmuştu ki bir sabah erkenden salonda pc de öykü yazıyordum. Öykünün de içine öyle düşmüştüm ki zihnim yazdıklarımla meşguldü. Pat pat bir kanat sesi duydum. Baktım anne (belki de baba) balkon demirinde duruyor. Önceki ebeveynler sabah balkon demirine geçip yuvadaki yavruları yalnız bırakıyor, güneşle ısınmalarını sağlıyorlardı sanırım. Belki de d vitamini almalarını... Çünkü bu duruma çok şahit olmuştum. Bu ebeveyn de şimdi aynı şeyi yapıyordur diye, kalkıp da bakmadım, öykümü yazmaya devam ettim. Bir kaç dakika sonra yine bir pat pat kanat çırpma sesi oldu. Kalktım bu kez, yuvaya baktım, yuva bomboş. Ah yine çiçek saksılarının aralarına bakınmalar, yine eldiven poşet alıp apartman etrafını kolaçan etmeler. Yok, gözümüzün önünden tek tek yok oldu yavrucaklar. Annesi sanırım, ebeveyn kumru da gelip bir dönüp yuvaya bakıyor bir dönüp bana bakıyor. Ah yine üzüntü. Eşim uyandı, hemen daha o an çiçekliği çıkardı, saksıları çöp torbasına attı. Oraları temizledi. İkisi de hüzünle sonuçlanan kumru yavrulama macerası da böylece sona erdi. En çok da bu hayvancıkların koskoca ilçede ya da bizim oturduğumuz semtte yavrulayacak bir yuva bulamayıp bizim balkon demirindeki çiçekliğe muhtaç kalmış olmaları beni hüzne garketti. Sonra yavruların yok oluşunu hatırlayıp daha da üzüldüm. Hasılı, giden yavrulara mı üzüleyim, ebeveynlerin daha korunaklı bir yer bulup oraya yumurta bırakamayışlarına mı, bilemedim.

Buraya post yazmama sebeplerimden biri de fotoğraf makinemi artık yanımda taşımıyor oluşum. Telefonla çekilenlerin kalitesi çok düşük. Ama koca makineyi çantada taşımak, her an çıkarıp yeniden yerine koymak büyük külfet. Yaşlanıyorum artık. İlçe merkezine gidiş gelişlerimi yürüyerek yapmaya çalışıyorum. Ki spor olsun bana. O yüzden en küçük ebattaki çantalarımı alıyorum yanıma. Kırlara çıktığımızda da bazen yanımızda götürdüğümüz makineye sıra gelmiyor. İnstagramın hikayelerine de eklediğim için çoğu zaman fotoğraf dahi çekmeyip yalnızca video çekiyorum. Bazen de habersiz çekiliyorum böyle. Saçım bu halinden biraz daha uzadı. Ve ben böyle pamuk teyze oldum.


Yaz gelmeden ördüğüm ama ördükten sonra havaların epeyce bir ısınmasıyla da hiç giyemediğim hırkamı da paylaşıp bu postu bitireyim şimdilik. Gerçi onun da net ve tam bir fotoğrafı yok ama olsun, bu blogum el işlerimi de arşivlediğm bir yer sonuçta. Gelecekten bugünlere dönüp baktığımda hatırlayacağım hoş bir anı olsun. 

Örmeyi de gerçekten özlemişim. Başlayıp bitirmem on gün dahi sürmedi. 

Kağıtlarla, kartonlarla bir şeyler kesip yapıştırmayı seviyorum ya, şimdilerde hobilerimin arasına junk journal da eklendi. Henüz bir kaç sayfa yaptım. Biraz daha mazleme tedarik  edip tarzımı oturtayım ondan fotolar da paylaşacağım burada. Buraya dek okuyan herkese zaman ayırdıkları için teşekkür ediyor, güzel günler diliyorum. Buluştuğumuz nokta ne şuculuk ne buculuk, yalnızca vatan olsun!




23 Aralık 2022 Cuma

2022 biterken...

Yaz bitti, sonbahar bitti, kış ortasına geldik, 2022 yi de bitiriyoruz ve "artık yazmalıyım" düşüncemin ağır basmışlığıyla blog yazmaya duyduğum özlemli duygunun depreşmesi sonucu ve aslında nasıl bir post olacağını da bilemeden oturmuş bulundum pc başına. Çünkü ne paylaşacağıma dair bir ön hazırlığım yok. "Bloga" isimli klasörümde 'post yazdığım zaman kullanırım' amaçlı ayırmış olduğum fotoğraflar klavuz olur belki. Böylelikle konu bir yerlerden başlar ve ben de dökülürüm.

İlk gözüme çarpanlar yeni evimden fotoğraflar oldu. Diğer blogumda geçen ayın dökümünde söz etmiştim. Yeni bir eve taşındık. Burada uzun süreli kalıcı değiliz, evimiz satılınca yeni bir ev alıp taşınmak niyetimiz. Yine de ne kadar zaman alır bilemediğimizden kesin bir süre biçemiyoruz. Eski evimizden neden taşındık? O kadar çok neden var ki, apartman aile apartmanlığından çıktı, eşyalı kiralık dairelerin bazılarına abuk sabuk insanlar taşındı, bazı daireler girip çıkanın belli olmadığı, gece-gündüz sürekli işleyen yol geçen hanına döndü.(Anlamışsınızdır.) Sık sık "komşu ağaç" diye paylaştığım, pencereden terastan bakışıp için için konuştuğum sevgili arkadaşım kiraz ağacının bulunduğu bahçenin sahibi bahçeyle birlikte önündeki üç katlı binanın arazisini müteahhite verdi. O yetmedi "komşu küçük ev" dediğim ev de önündeki iki katlı ev ve bahçesi ile birlikte satılığa çıkarıldı. Geçen ay eski caddemizden geçerken gördüm, "komşu ağaç"ın önündeki binayı yıkmışlar, ağacın da dallarını keserek hacminin üçte ikisini yok etmişler. Muhtemelen inşaat başladığında kalanı da yok olacaktır. Çünkü hep böyle alıştıra alıştıra, yavaş yavaş oluyor bu işler. Dolayısıyla yakın gelecekte "komşu ağaç" diye, belki "komşu küçük ev" diye de bir güzellik kalmayacak. (İçim acıyor.) Binamızın arka ve yan cephesi yeni binalarla kapanmış olacak. O vakit gökyüzünden başka bir yeri de göremeyecektik. Oysa biz o evi, mutfağı küpküçük ve penceresiz dahi olmasına rağmen, fransız balkondan başka hiç bir balkonu olmamasına rağmen salt terası ve teras manzarası için sevmiştik. Diğer yan tarafta şimdilik oto yıkama ve oto park var, orası da yarın bir gün müteahhite verilirse dört tarafı kapanıp kutu gibi ortasında kalacak...

Ayrıca geçen yıl kurban bayramında kızımız ve damadımız gelince mutfağın küçüklüğünden aşırı derecede şikayetlenmiştik. Zaten normalde kocacıkla ikimiz birlikteyken zor hareket edebiliyorken,  gençler de girip bir şeyler yapmak, bizlere katılmak istediklerinde onları saf dışı bırakmak zorunda kaldık. Oysa tüm aile mutfakta bir şeyler yapmak müthiş keyifli. Hem evlatlar kendilerini o evin bir parçası olarak görüyorlar, hem de aile bireyleri arasında paylaşım, birliktelik, bağlılık gibi hissi yakınlıklar artıyor. Sonuçta damadımız da artık bizim oğlumuz, kendini bizim yanımızda yabancı ya da misafir gibi hissetmesini istemeyiz. Dört kişinin rahatça sığacağı bir mutfak bize yeter de artar(dı). 

Bir ayrıca daha... yazın terasta olmak çok keyifli de kışın balkonsuz olmak çok sıkıcı. İnsan en azından arada adımını atıp küçücük de olsa bir balkondan dışarıya bakmak, aşırı soğuk değilse azcık oturmak, soluklanmak istiyor. Son 7 yıl bundan eksik kalmıştık. Yeni taşındığımız bu evde iki büyük balkon var. İkisi de boydan boya katlamalı cam kaplı. Her iki balkonun şu anki yaşamımızdaki işlevini görünce balkonsuzluğun önemli bir mahrumiyet olduğunu  daha da bir derinden hissettik. Genişçe bir balkonunuz var ise balkonlu ev teraslı evden çok daha kullanışlı. 

Önceki evin dubleks olması sebebiyle zırt pırt merdiven inip çıkmak da bazı zamanlar problem oluyordu. Malum artık yaşlılığa doğru yol alıyoruz. Elinde bir dolu şey çıkarıp indirirken bastığın yeri görememek, uykulu uykulu yatak odasına çıkmak, hastayken iniş çıkışlarda dengeni kaybetmek... anlık kazalara bakan riskli durumlar... Yine de dubleks evi sevdim ben. Bu konuda tam karar verebilmiş değilim. Belki ileride hem geniş balkonlu hem de teraslı dubleks bir ev bulursam yine taşınmak isterim. Ama 10 yıl sonra (Allah o günleri gösterirse) daha da yaşlanmış olacağız. Her gün onlarca kez merdiven inip çıkmak da kolay değil. Teraslı evden vazgeçersem en çok da bu sebeple vazgeçeceğim.


Öte yandan artık bizi meşgul edecek bir toprak parçamız var. Oraya sık sık gitmekle ve bahçesinde vakit geçirmekle teras  özlemimizi de fazlasıyla gidermiş olacağımız için sonrasında teraslı ev hâlâ bize cazip gelir mi, bilemiyorum. Şimdilik öngörmek zor. Geleceğin neler getirip neler götüreceğini bilmek zaten mümkün değil. Bu ev meselesi de her şeyde olduğu gibi olacağına varacaktır. 

Ne yazacağımı bilemezken döküldüm gidiyorum. Yukarıdaki fotoğrafa rastgelmişken kendi diktiğim koltuk kılıflarımı da paylaşayım 
Dikişin "d"sinden anlamazken boyumdan büyük işlere kalkıştım. Sonuç fena olmadı. Sol koltuğun ön pilelerinin sağ tarafında hafif bir yamukluk var, makinem kendine gelince söküp yeniden düzelteceğim. 



Bu yeşil pötikareli kılıflar dışında bir de büyük kanepe için sarı renkte pötikareli bir kılıf diktim. 

Ama dikiş makinem öyle kaprisler yaptı, iğneler kırdı, kumaşların altına yumak yumak iplik topladı, masuranın takıldığı mekiği zırt pırt yukarılara hoplatarak sanki giyotinle kesilmiş gibi masuranın üzerinde demet demet iplik keserek şaşkınlığa düşürüp aynı zamanda sinir kat sayımı yükseltti. An geldi pes edecek oldum, kocacığın manevi ve teknik desteği ile yola yeniden devam ettim ve ortaya bunları çıkarınca yine de her şeye rağmen yaptığım işin sevincini yaşıyordum ki, dikmeyi planladığım yeni şeylere giriştiğimde makine öncekinden daha da beter oldu. Tüm arızaları aralıksız çıkarmaya başladı. Çok güzel kırlentler biçtim. Kendime etekler biçtim. Hepsi dikilmek üzere bekliyor. Kasabamızda ehil birini bulabilirsem... Terziler sanayi tipi makinelere alışkın olduklarını, ev tipi makinelerden anlamadıklarını söylediler. Tanıdıklarım ve arkadaşlarım kocacıkla benim bildiğimiz-öğrendiğimiz çözümlerden daha öte bir öneri getiremediler. Zaten you-tube ve google hem kendi dilimizde hem yabancı dillerde bir dolu kaynak içeriyor. Ne öğrendi isek denedik ama tedaviye cevap veremedi hastamız. Belki o da zamanını bekliyordur. Bir gün biri hayatımıza temas edecek ve şıp diye iyileştirecek(tir). Sabr-ı cemil ile bekliyorum. 

Söz yeni evden açılmışken kırmızı mutfağımı da not düşeyim kişisel tarihime. Hayatımda evlilik sonrası 14 farklı evde oturdum. Ama ilk kez mutfak dolapları ve tezgah duvarındaki fayansları kırmızı olan bir evde yaşıyorum. Benim zaten ekmeklik başta olmak üzere bazı mutfak eşyalarım da kırmızı olunca konsepte uyum sağladım hemen. Kendi evimde bu kadar kırmızılı bir mutfağı tercih etmem ama kırmızılı bir mutfakta iş yapıyor, yiyor, içiyor olmak da enerjiyi yükselten bir şeymiş. Bendeki etki bu. Belki de etrafımda renkli şeyleri görmeyi sevdiğim için... Kırmızılı mutfak bana iyi geldi. 

Dolaplarının fazlalığı, tüm mutfak eşyalarımın rahat rahat yer buluşu ferahlık verdi. Ve tabii balkona açılan bir kapısı ve penceresi olması... Öyle çok geniş mutfaklarda gözüm yok ama kullanışlı ve ferah bir mutfağım olsun istiyorum artık. Teraslı evimizde bu hissi de deneyimledim.

Bu evde en çok balkonlar ve mutfak bana iyi geldi. İkisinden sonra da banyo... Mutfak kadar geniş bir banyom var. Ev yine 3+1... Ama bu evde üçüncü odayı hobi odası yapmadım. Yatak odası küçük olunca üçüncü oda giyinme odası olsun istedik. Bu hali çok hoşumuza gitti. Yeni evde de aynı düzeni sürdürmeyi düşünüyoruz. Zaten pc masamla oda oda geziyorum. Uğraşılarım için çalışma masama sığamıyor salon masasına taşınıyorum. Hobi malzemelerim zaten dolaplarda. Dolaplar da giyinme odasına alınınca ev daha bir derli toplu, düzenli ve ferah oldu. Biz eski usul oturma odasında oturangillerdeniz. Salonu günlük kullanmayı sevmiyoruz. Her zaman derli toplu ve ani gelebilecek misafirler için hazır ve nazırdır salonumuz. Böyle içi rahat edenlerdeniz. Oturma odamız ise gönlümüzce rahat rahat oturup kalktığımız yer. Aynı odada olsak da birbirimizin alanına saygı gösteriyoruz. İkimizin de ayrı pc masaları ve pc leri var.  Tv rahatsız etmiyorsa okuma-yazma gibi çoğu uğraşımı orada gerçekleştirebiliyorum. Tv programları ile ilgili önceliklerimiz çakışırsa birimizden biri salona gidiyor, birbirimizin tv izleme zevkine müdahale etmeyerek dengeyi sağlayabiliyoruz. O yüzden nasıl bir evde oturursam oturayım  salondan hariç bir de oturma odamızın olmasını önemsiyorum. 
"Bloga" klasörüme baktım oturma odamın fotoğrafı hiç yokmuş, o zaman kırmızı demişken kırmızıyla devam edelim. Kırmızı puantiyeli önlüğümle çekilmiş olduğum iki fotoğrafımı buldum. Yazın focaccia yaptığım zamanlardan.

Tarifini saklamamışım. İnternetten bulmuştum zaten. Ölçüler denk gelmiş, tadı çok güzel olmuştu. O zamandan beri bir daha hiç yapmadım. Yine yapsam ya.

Bu postu yazmaya öğleden sonra başlamıştım. Bir ara banka için evden çıktım. Merkeze kadar yürüdüm.  Sonra çarşıda kocacıkla buluştuk. Sonra eve geldim. Az biraz daha yazdım. Sonra akşam yemeği için kalktım... Mutfağı toparlama, bulaşıkları yıkama-akıtma... Sonra biraz daha yazdım. Daha sonra öğrenci geldi, ders çalışmaca... Derken tekrar başına oturmam saat 21.30 u buldu. Bol kopmalı bir post yazısı olarak buraya kadar gelmiş bulunmaktayım. Daha da ne yazsam ne paylaşsam bilemiyorum. Burada bitirip kalanları da bir başka posta bırakayım en iyisi... Zihnimi dinlendirip sonrasında ya bir film izler ya da bir süre kitap okurum. Aralık'ın 23 ü de böylece bitmiş olur. Günün lafı mı olur? Koskoca bir yıl bitmek üzere... 2023 sağlık, huzur ve barış getirsin dünyamıza. Amin. Amin. Amin!


23 Temmuz 2022 Cumartesi

yazın biten ilk yarısı - örgü çantam, örgü minik elbise

Pc masaüstümde "bloga" adında bir klasörüm var. Blog postlarıma eklemek istediğim fotoğrafları orada biriktiriyorum ve yeni bir post yazmak istediğimde fotoğrafları tek tek editleyerek kullanıma hazır hale getiriyorum. Tabii bu kez arayı epeyce bir açınca epeyce bir de fotoğraf birikmiş oldu. Bir çoğu da -farkettim ki- homini gırtlak temalı fotoğraflar. :) Tatil için gittiğimiz Erdek ve geçirdiğimiz kurban bayramı olmak üzere bol tatlılı, bol piknikli, bol yemeli içmeli kareler... Kendi ellerimle yaptığım tatlıların dışındakileri eledim hemen. Yine de hatrı sayılır bir miktar kalmadı değil. O yüzden bu post biraz da tatlılı, pastalı bir post olacak. Kişisel tarihimden eksik kalmasınlar. :)

Geçen ay, daha önce şurada paylaşmış olduğum kolay brownie tarifimle  o kadar zaman sonra bir kez daha brownie yaptım. Bu kez malzemeyi iki ayrı kaba bölerek pişirdim ve bu sayede sağlık adına rizikolu bu tatlıyı daha uzun sürede ve daha az miktarlarda yemiş olduk. Fotoğrafı çekmek için kocacık öyle acele etti ki -yetiştirmesi gereken bir işi vardı, dışarı çıkması gerekiyordu- üzerini süslemeyi dahi düşünemeden çektirmişim. Süsleme dediğim şey de daha önce yıkayıp kurulayıp hazırlamış olduğum çilekleri üzerine dizmek idi ama iki ayağım bir pabuçta olunca onu bile unutmuşum. :)


Mutfakta pratik biriyim ama bu halime rağmen ilave bir telaş içinde olmayı hiç sevmiyorum. Geriliyorum ve yapmakta olduğum şeyden hiç zevk almıyorum. En kötüsü de yaptığım şeyi hissetmekten uzaklaşıp sanki robotmuş gibi otomatiğe bağlıyorum kendimi. 

Sonrasında yerken o zevk katbekat döndü neyse ki. :)


Önlüğüm de 2 nolu ablamın çeyizinden. Evliliğinden önce dikilmiş olduğunu da hesaba katarsak en az elli yıllık bir önlük. Ama hiç kullanılmamış! Evin tek ve müstesna anı toplayıcısı olarak bu güzelim önlüğü ablamın ellere vermesine gönlüm razı olamadı bittabi. :) Aldım, mutfak temalı broşlarımla süsledim ve canım evcilik oynamak istediğinde üzerime geçiriyor, mutfağımda  seve seve kullanıyorum. 

Brownie yi iki ayrı kaba bölerek pişirdiğimi yazmıştım. İkinci kaptakini soğuyunca saklama kabına alarak donducuda sakladım. Sonra ne zaman canımız istediyse o zaman çıkardım ve üzerini pasta kremasına gömülmüş kiraz taneleri ile süsleyerek öyle servis yaptım. Brownie ye kiraz da çilek de çok yakışıyor vesselam.


Tatlı konusu buraya kadar değil tabii. Daha bayram tatlılarım var. Ama araya içinde bulunduğumuz günlerin şanına yakışır bir kaç fotoğraf ekleyip sonra yeniden döneyim onlara. Malumunuz zaman kırların ayçiçekleri ile süslenip yolu oradan geçenleri yolundan alıkoyan zaman. Biz de kocacıkla her nereye gidiyor isek durup ayçiçeklerle hasbihal etmeden, onların güzellikleriyle ruhumuzu beslemeden geçip gitmiyoruz.


  

 Bazen dibine kıvrılıp ya da karşısına kaykılıp kitap okuduğum, podcast dinlediğim zamanlar da oluyor. Bunu en çok su doldurmaya gittiğimiz çeşmenin yakınlarında yapıyorum. Çok kalabalık olduğunda bazen bir saati bile bulabilen süreler bekliyoruz. Evden bir kap meyve, abur cubur ya da tatlı-pasta-kurabiye gibi şeyler alarak hazırlıklı gidiyorum. Kocacıkla plansız, uyduruk ama pek keyifli piknikler yapıyoruz.



Bir kaç yıldan beri içine küçücük bir evcik kondurup ekip biçebileceğimiz bir toprak arayışındaydık. Geçtiğimiz kış aradığımız kriterlerde verimli ve tam hayallerimizdeki gibi bir toprak bulduk. Dört dönümden fazla ve şimdilik tarla statüsünde (hayalimiz bahçeye dönüştürmek). Sahibi İstanbul'da yaşadığı ve yalnızca yatırım amaçlı aldığı için arazi ile hiç ilgilenmemiş, köylülere ekip biçsinler aynı zamanda da baksınlar diye emanet etmiş. Dolayısıyla geçtiğimiz ocak ayında aldığımızda içinde ekilmiş olan buğday vardı. Biz de çiftçinin ürünü zayi olmasın diye ürün tarladan kalkıncaya dek hayallerimizi ötelemek durumunda kaldık. Şu günlerde başakların biçilip toprağımızın da tamamen bize kalmasını bekliyoruz. Sonrasında kenarını çitlerle çevirmek, su kuyusu açtırmak, içine küçücük bir evcik kondurmak ve istediğimiz şeyleri yetiştirmek, toprakla daha yakın olmak dileğimiz. Rabbim de kısmet eder inşallah. 

Bu yol da bizim yol... Meğer kadastroda olmayan bu yolu köylüler kendi tarlalarına gitmek için açmışlar. Şimdi kalkıp yolu tekrar toprağımıza katmak ve bir yerde kullanıma kapatmak çok büyük ayıp ve bencillik olacağı için biz yine çitimizi daha içeriden yaptırıp o yol bizim değilmiş gibi yaşayamaya devam edeceğiz. Yine de bir kır yoluna "bizim yol" demek ne hoş bir duygu!

Tatlı mevzuuna döneyim yeniden... Bayramda kızım ve damadım yani iki tatlı çocuğum gelecek olunca ben de iki çeşit tatlı yaptım. Tatlı yedik, tatlı konuştuk, tatlı gezdik, tatlı eğlendik.  Bol tatlış günlerdi anlayacağınız... 

Tatlılarımdan biri saray sarma ya da saray lokumu adlarıyla anılan, kakaolu muhallebinin bolca hindistan cevizi serpilmiş tepsiye döküldükten sonra soğuyunca üzerine bir kat da krem şanti sürülüp kesilip her parçanın rulo gibi sarıldığı, hemen hemen herkesin bildiği sütlü bir tatlı idi. Bu tatlıyı ilk kez denedim ve ailece öyle çok sevdik ki bayramlaşmaya gelen konuklarla birlikte bizler de her defasında birer dilim daha yiyerek kocaman dikdörtgen borcamdaki tatlıları iki günde bitirdik. Kocacık ilk yediğinde "Ruşi bana bugüne dek neden bundan yapmadın?" bile dedi, apalak bir çocuk gücenikliğinde.... :)


İkinci tatlım da cheesecake idi. Geniş bir kelepçeli kalıpta yaptım ve yarısını ikişerli dilimler halinde dondurucuda sakladım. Bayramdan sonra da ara ara çıkarıp yedik. 

Bayramda eti ve tatlıyı fazla kaçırdık ama kahvaltılarımız hep hafifti. Yürüyüşümü de sık yaptığım için aşırı kaloriler kilo olarak dönmedi neyse ki. Ekmeği kahvaltıda börek türü şeyler varsa hiç yemiyorum. Normalde de yalnızca bir dilim yiyorum. Diğer öğünlerde hiç ekmek tüketmiyorum.


Canım da tatlı çektiğinde kocacığın kendi elleriyle mayaladığı ev yapımı yoğurtla hemen bir yoğurtlu meyve kasesi hazırlıyor, nefsimi köreltmek için de bazen bir iki çikolata parçası ve bisküvi ile süslüyor bu sağlıklı şeyi tüketiyorum. Evde dondurma yapmayı öğrenmek gibi bir de planım var. En kısa zamanda tarif taraması yapıp aklıma en uyanlarla ilk denememi yapmak istiyorum. Pakete girmiş dondurmaları asla tüketmiyorum.


Kış için dondurucuya yalnızca yedi kilo bezelye ayıklayıp attım. Zaten bir de küp küp doğranmış domates ve közlenmiş biber-patlıcan atıyor, başka da bir şey atmıyorum. Mevsim ne ise ona ait sebze-meyveleri tüketmeye özen gösteriyorum. Şimdiki bezelyeler bile yazın ilk başındaki bezelyeler gibi değil. Her şey zamanında güzel. 

Bolca yemeli içmeli bu anlatımdan sonra bir post geleneğim olan elişi paylaşma mevzuuna geçeyim şimdi de... En son yaptığım kartonlu-yapışkanlı elişlerinden sonra her hangi bir şey yapmadım. Okuyup yazıyor, dinleyip izliyorum daha çok. Elimde şimdiye ait bir elişi yok ama blogumda daha önce paylaşmamış olduğum ve de çok keyif alarak ördüğüm örgü çantamla, minik örgü elbiseyi paylaşayım bu kez. Örgü çanta için önce yaprakları kat kat pembe güller ördüm. Sonra o güllerin etrafına minik yaprak formları verdikten sonra bir kaç sıra da ikili trabzan geçip beş adet kare şeklinde granny square elde ettim.


Sonra da biri tabana, dördü de kenarlara gelecek şekilde tığla birleştirdikten sonra sapını da örüp çiçek motifiyle süsleyerek bu güzel çantayı elde ettim. Kareler büyük olunca içi de hayli geniş oldu. Örgü ipler ya da ıvır zıvır adına sepet nevinde ideal bir saklama ve taşıma çantam var artık.


Bu da kalan iplerden ördüğüm minik elbise... Çocukken bu elbisenin biraz daha büyüğünden mutfağımız için bir çift tutaç örmüştüm. İki elbiseyi birbirine bağlayan yine örgüden uzun bir bağ vardı aralarında. Yanıp da elbiseler elden çıkıncaya dek kullanmıştı annem.

Ve geldik yine bir postun daha sonuna... Fotoğraflar epey fazla ama bunlardı blogumda olsun istediklerim... Yeni bir postta görüşünceye dek herkese neşeli yaz günleri dilerim. 

Kalın sağlıcakla!


20 Mayıs 2022 Cuma

baykuşlu kırlentlerim - ilkbaharın son günleri

Sorunlu bloguma bir sorun daha eklendi diyerek postuma negatif bir girişle başlarsam ayıp etmiş olmam umarım. Ama ben yılmak istemesem de bu blogger ın beni yıldırmaya kastı var sanki. :) Şimdi de blogları reCAPTCHA ile korumaya geçti ve benim bloglara yorum bırakma problemim yeniden nüksetti. Artık google hesabımla ve blogger hesabımla hiç bir bloga yorum bırakamıyorum. Ancak ad/url ve anonim özellikleri açık olan bloglara yorum bırakabiliyorum. Anonim olarak bırakmak istemediğim için de ad/url seçeneğini kullanıyorum. Onda da ad ve url bölümlerini tek tek kendi bilgilerimle doldurunca yorumumu ancak öyle gönderebiliyorum. Ama her blogda da ikisi aktif olmuyor maalesef. Örneğin Deep in blogunda yorum kutucuğuna tıkladığımda aşağıdaki resimde gördüğünüz gibi tek seçenek çıkıyor. Ve "google ile oturum aç"a tıkladığımda sayfa refresh oluyor, kendimi yine aynı sayfada buluyorum. Üstelik browser ımda google oturumum açık olmasına rağmen...

Postlarıma yazılan yorumlara cevap verirken de yine ancak tek tek ad ve url yazdıktan sonra yorum bırakabiliyorum. Yetmiyor, bir de gidip kumanda panelinin yorum bölümünden aktive ediyorum. :( Anlayan, çözen varsa aydınlatırsa çok sevinirim. Browser ayarlarımı ve blogger ayarlarımı defalarca gözden geçirip bir takım değişiklikler yapmayı denesem de maalesef bu problemi çözümleyemedim.  Girizgahı burada noktalayıp içaçıcı bir fotoğraf koyayım da şu bunaltılı havayı hemen bertaraf edeyim. :)

Mayısla birlikte her yer rengarenk. Yeşilin, kırmızının en doygun, en canlı tonları... Aralardan göz kırpan pembeler, eflatunlar, sarılar, maviler... Böyle zamanlarda yeryüzü panoramik bir tabloya dönüşüyor ve güzel olan da şu ki; ben de o tablonun içinde, o tablonun bir parçası oluveriyorum. Üstelik bu tablonun bir de ayrıcalığı var... fonda cıvıl cıvıl kuş sesleri...

Kuş demişken, örgü kategorimi şöyle bir geçmişe dönük taradım ve gördüm ki baykuşlu kırlentlerimi hiç paylaşmamışım ben. Ne çok severek örmüştüm ve ne çok severek kullanıyorum oysa. 18.Temmuz.2016 da başlamışım ilk baykuşu yapmaya.

Mavi ile başladığımın bitişi böyle olmuş.

Sonra aynısının bu kez pembelisini yapmışım.


Kırlentlerimi koltuk kumaşlarımla aynı diktirmiştim. Koltukları da sık siliyorum ama özellikle pembe kırlentlerin rengi yıkandıkça daha da açıldı. Daha da yıpranmasınlar diye iki yıldan beri yalnızca yazın kullanıyorum, geçenlerde içlerini de yıkadım, iç yastığın kumaşı çekince kılıflar üstünde bol kaldı. Şimdilik çok yakınlarımızın dışında misafir olarak pek gelen giden yok ama ilk fırsatta içlerine daha dolgun içlikler hazırlamalıyım.

Ramazanda her yerinden altınrengi fışkıran salonum özüne döndü ve yine pembelerine, mavilerine kavuştu. Yetinmedim... madem bahar, tırnak sticker larımla mumlarımı da çiçekledim. Çiçekli hallerini çok sevdim.


Renkli ve çiçekli şeylerin mutluluk verici bir rolleri var. Etrafımda ne çok renkli, çiçekli şey var ise içim de o denli neşeli ve cıvıl cıvıl vesselam. 

Kek fotoğrafım bayramdan kalma... Misafirlere çikolata ve kahve hazırlığı dışında bayram tatlısı yapmadım, yerine küçük ebatta çikolatalı bu keki yaptım (ramazanda da yapmayınca hayli ağır bastı), yanına da ıspanaklı börek. Zaten pek fazla kişi gelmedi, gelenler de o saate dek yedikleri tatlılardan baygınlık geçirmek üzere oldukları için böylesi bir alternatiften mutlu kaldılar. Artık yaşlanıyoruz. Gönül neler istiyor da bedenin ve metabolizmanın da kapasitesi belli azizim! :)

Bir kaç yıllık uzunca bir aradan sonra Bigalı Kalemizin restorasyonu bitti ve ziyarete açıldı. Hem yeni halini görmek hem de müze kartlarımızı yenilemek amacıyla bir öğleden sonramızı oraya ayırdık. Eski hali yıkıntı ve otların, ağaçların istilasına terkedilmiş iken, olmayan şeylerin bile aslına uygun şekilde yeniden yapıldığı güzel bir mekanla karşılaştık. Mevsim itibariyle bahar çiçekleri de ayrı bir hava katmış, tarihi açıdan hüzünlü bir mekan olsa da insanın içini mutlandıran ve hatta gururlandıran da bir atmosferi vardı. Dedelerimizin kullandığı eşyaları, silahları ve onları onarmak için ellerindeki basit aletleri görmek beni fazlasıyla duygulandırdı. Boylu boyunca bir duvara dedelerimizin iş yaparken, nöbet tutarken hallerini siluet olarak hareketli biçimde yansıtmışlar, fonda da konuşmaları ve yaptıkları işlerden çıkan sesler var... En çok etkilendiğim şeylerden biri de bu görüntü oldu. Dönemin ruhunu olduğu gibi aksettirmişler... Sanki o dedeler hiç ölmemiş de hala oradalarmış gibi... (Dede diyorum ama çoğu o zamanlar  gencecikti.) Ah! Bir de o dönemde kullanılan çeşit çeşit, model model gaz lambaları vardı. Çok bayıldığım şeylerden biri de onlar oldu. Fener, lamba ne çok seviyorum. Hadi bu postun son fotoğrafları da Bigalı Kalesi'nden olsun... Bu güzel vatanı savunmak için gözlerini kırpmadan toprağa düşen tüm şehitlerimizin ruhları şad olsun.

Bu fotoğraf da aynı zamanda kişisel tarihime not olsun. Martın ilk haftası kestirdiğim saçlarım bu kadar uzamışken üç gün önce gittim yeniden kestirdim, uçlarındaki açık kahve renkler de gitti. Şimdi yalnızca önde bir tutam açık kahve var, geri kalan her yer artık gri... İsmimi değiştirip Gümüş Teyze mi yapsam, ben bu gümüş halimi pek sevdim. :)

Yeni bir postta görüşünceye dek herkese sağlıklı, huzurlu günler... Kulağınıza bişey fısıldamak ve unuttuysanız hatırlatmak istiyorum... Hayat geçiyor, kuşlar uçuyor... 

Bazıları da bir duvara konup hayatı dışarıdan seyrediyor. Siz öyle olmayın, olabildiğince içine dalın. (Fotoğrafları Bigalı ile bitirecektim. Dayanamadım bu kargacık burgacıkı da paylaştım. İsmi de çok yakışmadı mı? :)  )